hayatım
boyunca iki çeşit küfür işittim. ilk grup, benim suçlarımdan doğanlar;
götveren, ibne, pezevenk… diğerleri ise, kader gibi üstüne çökmüş olanlar; piç,
orospu çocuğu, itin dölü… çoğunlukla insanlar ilkini tercih eder küfür yiyeceklerse.
yaptıklarından dolayı aşağılanmayı, nefret edilmeyi, tiksinilmeyi, suçlanmayı
isterler. eğer en dipteysen anlarsın ki bazen tek değerli olduğunu hissetme
yolun da budur.
yatılı
okuldayken nerdeyse her gece yurdun çatısına çıkıp sigara içerdim. neden
yaptığımı bilmiyorum, ne okulda özenebileceğim kadar karizmatik birisi vardı ne
de gençlik denen şeyin merak yanını taşıyordum. öylece içiyordum. belki de
sadece birileri gelip benle konuşmaya yeltenmediğinden nefesimi oyalıyordum.
travmatik bir hal değildi bu benim için. sadece olan bir şeydi, ki o yaşlarda kişiliğimi
değiştirmeye çalışmak benim için pek bir şey ifade etmiyordu.
o
vurdumduymazlığımdan beni kaldıran şey sıklıkla birinin götüne sürülecek
vazelin olurdu. ya da o tip şeyler işte. bağırış çağırış içinde herkes o odaya
koşardı. heyecanla beklenirdi o an. ben niye oraya koşardım? bilmiyorum.
yalnız, o odaya girdiğimde insanların bir göte bile bu kadar ilgi
gösterebildiğini görünce şaşırırdım. insanlar götü, recm edilen bir kadını
izler gibi izlerdi. iğrenirlerdi, utanırlardı, bakmamaya çalışırlardı ama yine
de tüm gözler apaçık olurdu. işte o an herkesin izlediği parmaktaki göz olmak
isterdim; dışarının, içeriden daha tiksinç olduğunu, asıl izlenesi olanın o
seyirci topluluğu olduğunu göreceğimi bilirdim.
bu
tip anlarda bile sıklıkla piçi oynadım. hiç kimse umursamazken bile. kısalık
kompleksimle. zaten hepimiz bu “piç” oyununun başrolüydük nerde olursak olalım.
ya pisliğin kokusundan kusacak kadar önlerde oluyorduk ya da gösterinin hepsini
kaçıracak kadar arkalarda kalıyorduk.
ne
zaman olduğunu bilmiyorum lakin o vakitler yoktu bu piçlik hissi üzerimde.
sanki dışarıdaydı o, çelik bir kasanın içinde saklanıyorduk. ki geç anladık; içeridekinin
biz olmadığımızı, çelik kasaların içeriden açıldığı kadar kolay açılmadığını
dışarıdan. kötü olan buydu; boşluğa mahkumduk, tek kaçış ise başka bir
boşluktu.
çayırda,
köpekleri kovaladığımızı hatırlıyorum. dikenli tellere, duvarlara sürdüğümüzü
hatırlıyorum köpekleri boş arazilerde. bir beklentiyle. ama hiçbir zaman
beklentilerimiz olmazdı. üç çocuktuk, yanımızda iki sopa olurdu. o halde, on
kadar köpeğin birini havlatamazdık, saldırtamazdık kendimize. susarlardı,
korkarlardı, kaçarlardı. yapılabilecek en büyük kötülüğü yaparlardı; tekrar
tekrar unuturlardı yaptıklarımızı, kabullenirlerdi. unutmanın insana özgü
olduğunu sanırdım oysa şimdi düşününce fark ettim; unutulmak asıl insana özgü
olan. yıllar geçti, üç çocuktan bir ben piç gibi kaldım ortada. birini
hapishanede bir bıçak aldı evlatlığa, diğerini bir hastane mikrobu.
düşündüğümde
fark ediyorum ki hayatta; hiçbir şeyi ben yapmamışım gibi değersiz, hiçbir şey
benim için yapılmamış gibi sıradan. genel olarak hayat, monoton bir bekleme
eylemi.
her
şeye daha sakin bir yerden başlayacağım. yaşamın kıyısına sürtünüp kaybolduğum
bir anıdan. üniversiteden eve dönerken sıklıkla eskici pazarına uğrardım. bir
şey alacağımdan değil ya da satacağımdan. sadece beklemek için geceyi. tekel
bayiinin yanındaki bir banka oturur, beklerdim. dağılırken pazarcılar ters ters
bakarlardı. bilirlerdi beklediğim şeyi asla satamayacaklarını bana. parayla
aynı değer ölçütlerine sahip değildi aradığım.
fakir
değildim hatta sıklıkla viski içerdim. ama gecenin doğmasıyla ben de
toplayıcılarla eğilirdim fenerimi yakıp pazardan artakalanlara. geceyle ortaya
çıkardı, o çöplerin arasında zor bulunan kitaplar. ayıklardım ucuz romanlardan.
zor bulunuyorlardı, nadirlerdi, kimilerinin gözünde paha biçilemezlerdi lakin
bunca pahaya rağmen çöplüğün en dibindeydiler. belki de tüm değerleri kimsenin
onları burada aramamasından geliyordu.
o
günlerde karşılaştım, pembe dudaklı, mor fularlı ihtiyarla. irice bir fiziğe
sahipti aslında, doğuluları andırıyordu. oysa konuşma tarzı ele veriyordu
ihtiyarı. küçük bir yanlış anlaşılma olarak yaşamıştı tüm hayatını. bir
“pardon”la ölmüştü.
ağır
ağır takip ettim, adımlarını. doğdum, büyüdüm, ölemedim, piç oldum…ki şu an,
galiba tek eksiğim bu, tüm beceriksizliklerime rağmen, bir savunmamın olamayışı
hâlâ. tek eksiği tüm suçluların. tek ortaklığı tüm korkakların.
işte, yine akşam oluyor,
yine tek başına. hava kararıyor, yavaşça ayağa kalktım, eğilip fısıldadığım
yerden kulağına. evine doğru yürümeye başladım, tüm günlerin. bir karanfil
bırakıp mahpushaneyle kerhane arasında geçen her hayatın anısına.