11.07.2011

Genet'nin Çocukları

   hayatım boyunca iki çeşit küfür işittim. ilk grup, benim suçlarımdan doğanlar; götveren, ibne, pezevenk… diğerleri ise, kader gibi üstüne çökmüş olanlar; piç, orospu çocuğu, itin dölü… çoğunlukla insanlar ilkini tercih eder küfür yiyeceklerse. yaptıklarından dolayı aşağılanmayı, nefret edilmeyi, tiksinilmeyi, suçlanmayı isterler. eğer en dipteysen anlarsın ki bazen tek değerli olduğunu hissetme yolun da budur.

yatılı okuldayken nerdeyse her gece yurdun çatısına çıkıp sigara içerdim. neden yaptığımı bilmiyorum, ne okulda özenebileceğim kadar karizmatik birisi vardı ne de gençlik denen şeyin merak yanını taşıyordum. öylece içiyordum. belki de sadece birileri gelip benle konuşmaya yeltenmediğinden nefesimi oyalıyordum. travmatik bir hal değildi bu benim için. sadece olan bir şeydi, ki o yaşlarda kişiliğimi değiştirmeye çalışmak benim için pek bir şey ifade etmiyordu.

o vurdumduymazlığımdan beni kaldıran şey sıklıkla birinin götüne sürülecek vazelin olurdu. ya da o tip şeyler işte. bağırış çağırış içinde herkes o odaya koşardı. heyecanla beklenirdi o an. ben niye oraya koşardım? bilmiyorum. yalnız, o odaya girdiğimde insanların bir göte bile bu kadar ilgi gösterebildiğini görünce şaşırırdım. insanlar götü, recm edilen bir kadını izler gibi izlerdi. iğrenirlerdi, utanırlardı, bakmamaya çalışırlardı ama yine de tüm gözler apaçık olurdu. işte o an herkesin izlediği parmaktaki göz olmak isterdim; dışarının, içeriden daha tiksinç olduğunu, asıl izlenesi olanın o seyirci topluluğu olduğunu göreceğimi bilirdim.

bu tip anlarda bile sıklıkla piçi oynadım. hiç kimse umursamazken bile. kısalık kompleksimle. zaten hepimiz bu “piç” oyununun başrolüydük nerde olursak olalım. ya pisliğin kokusundan kusacak kadar önlerde oluyorduk ya da gösterinin hepsini kaçıracak kadar arkalarda kalıyorduk.

ne zaman olduğunu bilmiyorum lakin o vakitler yoktu bu piçlik hissi üzerimde. sanki dışarıdaydı o, çelik bir kasanın içinde saklanıyorduk. ki geç anladık; içeridekinin biz olmadığımızı, çelik kasaların içeriden açıldığı kadar kolay açılmadığını dışarıdan. kötü olan buydu; boşluğa mahkumduk, tek kaçış ise başka bir boşluktu.

çayırda, köpekleri kovaladığımızı hatırlıyorum. dikenli tellere, duvarlara sürdüğümüzü hatırlıyorum köpekleri boş arazilerde. bir beklentiyle. ama hiçbir zaman beklentilerimiz olmazdı. üç çocuktuk, yanımızda iki sopa olurdu. o halde, on kadar köpeğin birini havlatamazdık, saldırtamazdık kendimize. susarlardı, korkarlardı, kaçarlardı. yapılabilecek en büyük kötülüğü yaparlardı; tekrar tekrar unuturlardı yaptıklarımızı, kabullenirlerdi. unutmanın insana özgü olduğunu sanırdım oysa şimdi düşününce fark ettim; unutulmak asıl insana özgü olan. yıllar geçti, üç çocuktan bir ben piç gibi kaldım ortada. birini hapishanede bir bıçak aldı evlatlığa, diğerini bir hastane mikrobu.

düşündüğümde fark ediyorum ki hayatta; hiçbir şeyi ben yapmamışım gibi değersiz, hiçbir şey benim için yapılmamış gibi sıradan. genel olarak hayat, monoton bir bekleme eylemi.

her şeye daha sakin bir yerden başlayacağım. yaşamın kıyısına sürtünüp kaybolduğum bir anıdan. üniversiteden eve dönerken sıklıkla eskici pazarına uğrardım. bir şey alacağımdan değil ya da satacağımdan. sadece beklemek için geceyi. tekel bayiinin yanındaki bir banka oturur, beklerdim. dağılırken pazarcılar ters ters bakarlardı. bilirlerdi beklediğim şeyi asla satamayacaklarını bana. parayla aynı değer ölçütlerine sahip değildi aradığım.

fakir değildim hatta sıklıkla viski içerdim. ama gecenin doğmasıyla ben de toplayıcılarla eğilirdim fenerimi yakıp pazardan artakalanlara. geceyle ortaya çıkardı, o çöplerin arasında zor bulunan kitaplar. ayıklardım ucuz romanlardan. zor bulunuyorlardı, nadirlerdi, kimilerinin gözünde paha biçilemezlerdi lakin bunca pahaya rağmen çöplüğün en dibindeydiler. belki de tüm değerleri kimsenin onları burada aramamasından geliyordu.

o günlerde karşılaştım, pembe dudaklı, mor fularlı ihtiyarla. irice bir fiziğe sahipti aslında, doğuluları andırıyordu. oysa konuşma tarzı ele veriyordu ihtiyarı. küçük bir yanlış anlaşılma olarak yaşamıştı tüm hayatını. bir “pardon”la ölmüştü.

ağır ağır takip ettim, adımlarını. doğdum, büyüdüm, ölemedim, piç oldum…ki şu an, galiba tek eksiğim bu, tüm beceriksizliklerime rağmen, bir savunmamın olamayışı hâlâ. tek eksiği tüm suçluların. tek ortaklığı tüm korkakların.

   işte, yine akşam oluyor, yine tek başına. hava kararıyor, yavaşça ayağa kalktım, eğilip fısıldadığım yerden kulağına. evine doğru yürümeye başladım, tüm günlerin. bir karanfil bırakıp mahpushaneyle kerhane arasında geçen her hayatın anısına.