3.07.2011

An

Saat durmuştu. Zaten evde saat soran da yoktu. Küçük hanede bir fakir karı-koca kalmıştı, kala kala savaş yıllarından. Evden giden dört oğul karşılık iki mektup gelmişti. Ne de olsa savaşta devletin tasarruf yapması gerekiyordu.
Odada bir masa, iki sandalye, bir de kırık döşek vardı. Kadın sandalyelerden birini yatağın başına çekmiş; bir güherçileden harap olmuş duvara bir ince hastalıktan kırılan duvara bakıyordu. Her öksürükte yatak koca adama eşlik ediyordu. Kafasındaki anıları gürültüye boğuyordu.
Son öksürüklerdi artık. Ne kusacak kan kalmıştı ne hastalığa dayanacak takat. Sağ tarafı iyice hissizleşmişti. Hissizlikten kurtulmak için sağ tarafına dayanıyordu ama nafile.
En son kalkışında uykudan yatakta iki buçuk saat beklemişti, karısı ekmek kuyruğundan gelsin diye.
Yine siren sesi. Alışmıştı yaşlı adam ama karısını bir hıçkırık alıyordu. Her siren sesi, ona savaşın acılarını tekrar yaşatıyordu. Siren sesi yükseldikçe yükseldi sonra da boğuklaşarak bitti.
Gözlerini hafifçe araladı sessizlikle beraber. Uyuyan karısına minnettarlıkla baktı. Sonra odada göz gezdirmeye başladı. Karısı, boş sandalye, kirli bir masa, saat, siyah takım elbiseli bir adam ve pencere. Pencerenin perdesi yırtık diye sattığını düşündü karısının. Ev hiçbir şekilde güneş almadığı için yeni fark ediyordu perdenin olmadığını. Ama asıl fark o değildi. Siyah takım elbiseler içindeki adama döndü. Savaş çıktı çıkalı böyle şık giyimli genç birini görmemişti. Anladı, gülümsedi ve kısılmış sesiyle sordu:
- Benim için mi…
Kafasıyla onayladı genç adam. İhtiyarın gözleri karısına gidip geldi ve:
- Karıma son sözlerimi söyleyeydim, hani eşkıya filmindeki gibi; toprağa gideceğiz ikimiz de. Sen toprak olacaksın. Sonra bir gül olacaksın. O güle bir arı… derken sesi yitip gitti zayıf dudakları arasında sözünü bitiremeden. Siyahlı adam karşılık verdi lakin:’Yalan söylemiş olurdun.’ Diye.
Kentte tiz bir ıslık yankılandı. Biraz sonra kentin yerinde bir mantar bulut vardı.